skip to Main Content

Fruktoz ve ötesi..

Prof.Dr.Şükrü Hatun

Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi

 

            Son haftalarda bazı basın yayın organlarında bütün “şiddetiyle” süren ve hemen ülkemizdeki politik tartışmaların “şablonu”na uyan motifler kazanan fruktoz tartışmalarına bir yerinden katılayım mı diye tereddüt ettikten sonra, biraz  bildiklerini, aklına gelenleri söyle diyen iç sesimin baskısı ama daha çok da tarlalarında şeker pancarı yetiştirmiş bir babanın oğlu olarak  söz almaya karar verdim. Benim bu konuyla ilişkim esas olarak   çocuk endokrinolojisi uzmanı olarak çocuklardaki şişmanlık sorunu ile ilgilenmemden kaynaklanıyor; dolayısıyla kendimi şeker ve şekerli içecek/yiyecek tüketiminin artması,  çocuklarda hızlı şişmanlık artışı ile besin endüstürisinin politikaları ve fruktozun diğer şekerlerden farklı etkileri ile sınırlandıracağım.

Bu konularla ilgilenirken 2008 yılında Brezilya’da yapılan Dünya Endokrinoloji Kongresi’nde “Obeziteye global bir bakış: Politik sorumluluk  ne olmalıdır?” başlıklı bir konuşma yapan North Caroline Üniversitesi Beslenme Bölümü Profesörü  Barry Popkin ile 2010’da Kyota’da yapılan Dünya Endokrinoloji Kongresi’nde  “Çocuklardaki şişmanlık ve metabolik sendromda fruktozun merkezi rolü” başlıklı bir  konuşma yapan Kaliforniya Üniversitesi Çocuk Endokrinoloji profesörü Robert H Lustig’i dinlemiş olmayı mesleki bir şans olarak gördüğümü söylemek isterim. Prof.Ropkin  iki yıl önce ABD’de kamuoyunu  bir süre meşgul  eden  ve bir ara Obama’nın da sıcak baktığı “Şekerli içeceklere vergi” önerisini yapan bilim adamları grubu içinde yer alıyor; ayrıca kendisinin “yüksek fruktozlu mısır şurubu” – High-Fructose Corn Syrup (HFCS) kullanımı konusunda çok sayıda makalesi bulunyor. Profesör Lustig ise esas olarak fruktozun beyindeki besinlere olan arzumuzla ilgili “hedonik yolak”ı (haz refleksi de denebilir) nasıl  doğrudan uyararak, alışkanlık ve bağımlılık yaptığı üzerinde çalışıyor.

Bu yazıyı yazmadan önce tanıştığım ve uzun yıllar Konya Şeker Fabrikasında üretim müdürlüğü yapan Sayın Cumhur Güngör  ise bana şeker fabrikaları gibi kamu kuruluşlarında köy enstitüleri benzeri bir uygarlık yaratma heyecanı  ve  yurtseverlikle  çalışan uzmanları,mühendisleri yeniden hatırlattı ve bu yazıyı da biraz  ondan aldığım  bilgiler ve esin ile yazmaya başladım.

 

Çocuklarda şişmanlık niçin artıyor?

 

            Bundan 30 yıl önce ABD’de bile çocuklarda obezite nadir bir sorunken ve  çocuklarda tip 2 diyabet hemen hiç görülmezken günümüzde  bazı şehirlerde çocukların üçte birinin obez veya fazla kilolu olduğu, bazı çocuk endokrin ünitelerinde yeni tanı konan diyabet vakalarının beşte birinin Tip 2 diyabet olduğu hayretle ifade ediliyor. Benzer bir durum ülkemiz için de geçerli.Yakın zamanda Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Prof.Dr. Abdullah Bereket ve arkadaşları istanbulda’ki okul çocuklarında şişmanlık sıklığının son 8 yılda % 5’den % 10’a yülseldiğini, bu artışın yüksek ekonomik düzeydeki grupta % 16,2 olduğunu bildirdiler. Biz de 4 yıl önce Kocaeli’deki çocukların % 7’sinin obez, % 12’sinin ise obezite riski taşıdığını göstermiştik. İnsanın vücut ağırlığının  % 60-80 oranında genetik faktörlerle belirlendiği ve  son 40 yılda “genotip”imizde minimal değişiklik olduğu bilindiğine  göre obezite sıklığındaki  bu artışın neyin sonucu olduğu bu alandaki uzmanların  üzerinde durdukları konuların başında geliyor. Prof.Ropkin  daha önce andığım konuşmasında bu sonucun neredeyse  tamamen kızarmış patates, Coca Cola, Dondurma, Patlamış Mısır, Hamburger vs gibi “Junk Food” (abur cubur  besin) tüketiminin  çocuk menülerini istila etmesine ve aynı dönemde çocukları ev içlerine ve servis araçlarına tıkan yaşam tarzı değişikliklerine bağlı olduğunun altını çizdi. Bu dönemdeki “junk food” bağımlılığın gerisinde bu  besinleri oluşturan şeker, tuz, yağ üçlüsünün “opioid” olarak bilinen “haz” sinyali ileticilerini stimüle ederek doğrudan beyindeki “ haz” merkezlerini uyarmasının yattığını ve besin endüstrisinin tütün endüstrisi  gibi  bütün stratejisini bu bilgi üzerine kurduğunu ve bağımlılık manipülasyonu için  en önemli hedef grup olarak çocukların seçildiğini biliyoruz. İnsan bedenlerine yönelik bu manipulasyonların sonunda çocuklar bir taraftan  çabucak doyuran ama mutlu olmadan yenen yiyeceklerle şişmanlarken öte yandan yüzeysel ve çoğu zaman sanal ilişkilere  dayalı yaşam pratikleri nedeniyle “daralan” ruhlara  sahip oldular. İşte bu nedenlerle ABD’de bir grup bilim adamı 2009’da şekerli içecek tüketimi ile bu ürünlerin ucuz olması arasında ilişki olduğunu, ABD’de çocukların günde 175 kcal enerjiyi bu içeceklerden aldığını ve bu  tür ürünlerin tüketimi ile çocuklardaki obezite arasında yakın ilişki olduğunu vurgulayarak, şekerli içecek tüketimin  azaltılması için ek vergi konmasını ve burdan elde edilen kaynakların şişmanlığın önlenmesinde kullanılmasını önerdiler. Bu bilim adamlarının raporuna en sert  ve “nobran” tepkiyi veren Coco-Cola “CEO”su Muhtar Kent,  biraz da “ Köstebek” filmindeki mahkeme sahnesinde bütün kanıtları “yeterli veri yok” argümanı ile küçümseyen tütün endüstrisi patronlarına benzer bir dille konuşarak: “ ABD’de şişmanlığın esas nedeni hareketsizliktir. Hükümetin, kişilere ne yiyeceğini dikte etmesinin işe yaradığını hiç görmedim. Yarasaydı, Sovyetler hâlâ ayakta olurdu”  gibi sözler söyledi.

            Çocuklarda şişmanlıkla uğraşan hemen herkes, son 20 yıldaki dramatik şişmanlık  artışından devasa reklam bütçelerine sahip besin ve elektronik endüstrilerinin çocukların yaşam tarzlarında oluşturduğu değişikliğin sorumlu olduğunu kabul ediyor. Tütün Endüstrisi  örneğinde olduğu gibi bu sektörlerin de daha çok kazanç için hiç bir etik, bilimsel, sosyal sınır tanımayacağını tahmin etmek zor değil. Yine yakında Marmara Tıp Fakültesindeki Çocuk Endokrin Grubunun yaptığı çalışmada ülkemizdeki TV reklamlarının % 32’sinin besinlerle ilgili  olduğu, bunların da % 81’nin yüksek kalorili, yağ  ve şeker oranı yüksek besinlerin reklamı olduğu gösterildi.Çocukların ve ergenlerin  yaşamında bedenin payının büyüklüğünü  dikkate alırsak, obezite sorununu çocuk bedenlerinin “ ruh ve akıl çelici” bu devasa reklam kampanyaları karşısındaki çaresiz kalması olarak da düşünebiliriz.

 

Şeker pancarı yerine mısır …

 

            Yazının esas konusu olan fruktoz konusuna dönersek; sorun bir şeker  türü olan fruktozun kendisinden çok, “yüksek fruktozlu mısır şurubu” – High-Fructose Corn Syrup (HFCS) sayesinde şeker eklemiş besinlerin ve içeceklerin ucuza mal edilerek  şeker, dolayısıyla fruktoz tüketiminin artmasından kaynaklanıyor. İnsan beslenmesinde temel enerji kaynağı karbonhidrat adı   verilen şekerli ve nişastalı besinler ve bunların toplam günlük kalorinin % 55-60’ı dolayında alınması gerekiyor. Bu oran içinde  şeker miktarının % 10’dan düşük olması ve bunu sağlamak için de  şekerli içeceklerde olduğu gibi “eklenmiş şeker” içeren besin alımının azaltılması  gerekiyor. Yani  sorun öncelikle doğal besinlerle alınan şekerler ve fruktozdan değil bu “eklenmiş şeker”den kaynaklanıyor.

Fruktoz doğada başta meyveler olmak üzere bir çok besinde bulunuyor;örneğin bal neredeyse tamamen fruktozdan oluşuyor ama bu besinlerin tüketimi doğal olarak sınırlanmış durumda.  Fruktozun bir şeker olarak en önemli özelliği karaciğere hücreleri içine girmesi için insülin hormonuna ihtiyaç duymamasından kaynaklanıyor. Bu durumda vücudumuza ne kadar fruktoz girerse karaciğer içindeki fruktoz miktarı da o kadar yüksek oluyor. İşte Profesör Lustig ve diğer araştırmacılar fruktozun etanol benzeri etkilerine dikkat çekerek, etanol gibi karaciğerde yağ sentezini uyardığını, fruktozile olan proteinlerin superoksit gibi davranarak karaciğerde inflamasyona yol açtığını ve son olarak fruktozun beyindeki besinlerle ilişkili haz nöronlarını güçlü bir şekilde uyararak bağımlılık oluşturduğunu ve bunun daha çok fruktoz tüketimi sonuçlanan bir “kısır döngü” oluşturduğuna  dikkat çekiyorlar.  Dolayısıyla fruktoz tüketimi ile obezite ve tip 2 diyabet gelişiminde önemli bir ilişki olduğu, fruktozun, etanol gibi karaciğer üzerinde kronik toksik etkiye sahip olduğu, bu nedenlerle fruktozun doza bağımlı kronik hepatotoksin olarak kabul edilmesi gerektiği, fruktoz tüketimini azaltmak için çok yönlü çabalara ihtiyaç olduğu üzerinde duruyorlar.

Geç de olsa ülkemizdeki tartışmaya gelecek olursak; bu tartışmanın  gerisinde besin endüstirisinin şeker kaynağı olarak şeker pancarından üretilen sakkaroz yerine daha ucuz olan  ve kristalleşmeyen mısır şurubunun (buna nişasta bazlı şeker-NBŞ de denmektedir ve  en çok  % 55 Fruktoz, % 45 glükoz içeren formu kullanılmaktadır.) tercih etmesi, buna bağlı olarak ülkemizde  400.000 ton dolayında mısır şurubu üretilmesi bulunmaktadır. Hükümet de mısır şurubu kotasını % 15’e çıkartarak  nişasta bazlı şeker üretiminin önünü açıyor. Bu üretimin tamamının yerli ürün mısırla yapıldığı ve bunun yaklaşık 2,5-3 milyon ton şeker pancarı kaynaklı şekere  rast geldiği bilinmektedir. Bu durumda bir taraftan şimdiye kadar temel şeker kaynağı olan (Çumra’daki fabrikada  şeker pancarı bazlı sıvı şeker de üretildiğini ama yatırım yapılmadığı için bu kapasitenin artmadığını biliyoruz) şeker pancarı üretimine  (Konya ovasının temel ürünlerinden) ve şeker pancarı çiftçisine bir darbe vurulurken, öte yandan eklenmiş  şeker içeren besinler  ve içecekler ucuza mal edilerek(satılarak)  şeker ve dolayısıyla fruktoz tüketimi özendirilmiş oluyor. Bütün bu  süreçlerin   uluslararası şirketler tarafından manipule edildiğini tahmin etmek zor değil ve “ küreselleşmenin” öteki yüzünde   karın maksimizasyonu dışındaki bütün faktörlerin demode görülerek bir tarafa itildiğini biliyoruz. Bu nedenle de mısır şurubu üretiminin arttırılmasını var güçleriyle savunanların argümanlarının Muhtar Kent ile benzer olmasına şaşmamak gerekir. Başta kolalı içecekler olmak üzere eklenmiş şeker içeren içeceklerin insan sağlığına  hiç bir yararı yoktur. Bu  tür eklenmiş  şeker içeren içecek ve yiyeceklerin daha ucuza satılmasının da insan sağlığına bir yararı olmadığı gibi daha önce anlatılan mekanizmalarla yoksullar daha çok bu ürünlerin bağımlısı haline getirilmektedir.

Sonuç olarak  fruktozla ilgili tartışmada belki de  en masum olan fruktozun kendisidir. Sorun tamamen “ en ucuz üret, en çok tükettir, en çok sat, en çok kar elde et ve başka şeylere aldırma” olarak özetlenebilecek küresel besin endüstrisi politikalarından kaynaklanmakta, hükümet de bir çok konuda olduğu gibi uluslararası şirketlerin dediklerini  yaparak ülkemizdeki şeker pancarı üretimine darbe vurmanın yanı sıra, başta çocuklar olmak ülkemizde şeker ve fruktoz tüketiminin artmasına neden olacak süreçleri kolaylaştırmaktadır. Bu durumda  hükümetin mısır şurubuyla ilgili  politikalarının Sağlık Bakanlığı’nca  yakında başlatılan “Obezite önleme programının” başarısızlığı için  önemli bir faktör olacağını söylemek yanlış olmayacaktır.

 

 

 

Back To Top